hans morgenthau ne demek?

Hans Joachim Morgenthau, (d. 17 Şubat 1904, Coburg - ö. 19 Temmuz 1980, New York), uluslararası ilişkiler alanında yaptığı çalışmalarla tanınan Alman-Amerikalı akademisyen.

Yaşamı

Hans Morgentau, eğitimini Berlin, Frankfurt ve Münih üniversitelerinde almış ve bir müddet Almanya’nın hukuk sisteminde çalışmıştır. 1932 yılında hukuktan bir yıllık konferanslar vermek için Cenevre giden Morgentau Almanya’da Hitler’in iktidara gelmesi dolayısıyla vatanına geri dönememiştir. Cenevre'de kalmaya mecbur olmuştur. 1935-1936 yıllarında Madrid’de ders veren Morgentau 1937 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etmiş ve 1943 yılında Yurttaşlığa kabul edilmiştir. Morgentau ABD’de Brooklyn Koleji’nde, Missouri ve Chicago Üniversitelerinde ve diğer yüksek eğitim kurumlarında ders vermiştir. 1948 yılında Morgentau şimdi Uluslararası ilişkiler teorisinde klassik sayılan Uluslararası Siyaset kitabını yayınlamıştır. Bu kitap BM teorisinde Siyasi realizmin temelini atmıştır.

Çalışmaları

Hans Morgenthau realizmin 6 temel ilkesini oluşturmuştur.Bu ilkeler şunlardır.

  • Siyasal gerçekçilik: Siyasetçiler bulundukları nüfuzun toplumsal yasalarını gözetmek zorundadır. Şöyle ki bir siyasetçinin bulunduğu toplumdan farklı olarak beslediği kanaatlar elbet olabilir. Fakat bunları hayata geçirirken son derece dikkatli olmalıdır. Bulunduğu siyasi ortamın gereğini düşünmelidir.
  • Çıkar: Siyasetçi başında bulunduğu toplumun çıkarını hiyerarşisinin tepesine koymalıdır.
  • Güç: Siyasi gerçekliği önemsemek, onu değiştirmemek anlamına gelmez. Ancak siyasetçi kişisel kanaatlerini gözetirken bile onu siyasal gerçeklik ile harmanlamalıdır. Bu konuda onun en büyük silahi güçtür. Güç ne kadar fazla olursa siyasal gerçekliğin değişmesi bir o kadar kolay olur.
  • Ahlak: Siyasetçinin ahlakı bireyler gibi olamaz.”Gerekirse herkes iyilik için yansın” diyemez. Onun ahlakını bulunduğu toplumun güvenliği oluştururur.
  • Ilımlılık: Siyasetçi için bulunduğu toplumun çıkarı egemen olsa dahi özellikle uluslararası alanda taviz vermeden egemenliğini arttırmamalı. Aksi takdirde bu güvenlik sorunu doğuracaktır. Çıkarların maksimize edilmesi elzemdir. Lakin çıkarlar uğruna yapılmış davranışlar sonucunda düşmanlık kazanılmamalıdır.
  • Siyasal olan ile olmayan arasındaki ilişki: Siyasetçi politikasını meşru kılmak için etik değerleri, hukuku vs kullanmalıdır. Gerekirse aslında çıkarı uğruna savaşırken bunu sevimli kılabilmek için bu aktörleri kullanmalıdır. din için savaşıyoruz, hukuk için hak için savaşıyoruz ya da tüm ezilenler için savaşıyoruz diyebilmelidir.

Hans Morgenthau'nun 6 ilkesinin tamamı şöyledir:

   1- Siyasal gerçekçilik, genel olarak toplum gibi, siyasetin de, kökleri insan doğasında bulunan objektif yasalarca yönetildiğine inanır. Toplumu geliştirmek için, her şeyden önce, toplum yaşamındaki yasaları anlamak gerekir. Bu yasaların işleyişleri bizim beğeni ve yeğleyişlerimizden özgür bulunduğu için, insanın bu yasalara karşı çıkması için yenilgiyi göze alması gerekir.
Gerçekçik, siyaset yasalarının objektifliğine olduğu gibi, ne kadar noksan ve tek yanlı olursa olsun, bu objektif yasaları yansıtan rasyonel bir kuram geliştirmenin mümkün bir şey olduğuna da inanır. Siyasal gerçekçilik, aynı şekilde, siyasette gerçek ile kanatın –objektif ve rasyonel olarak gerçek olan, delillerce desteklenen ve us yoluyla aydınlığa çıkarılabilen ile; sadece sübjektif bir yargı olan gerçek ve olguları hakikatle oldukları şekilde ele almaktan uzak düşmüş bulunan, sahip olduğu bilgileri önyargı ve arzular yönünden ayrılmayan düşüncelerden başka bir kaynaktan elde edememek durumundaki yargıların birbirinden “tefrik” edilebileceğine de inanır.
Siyaset yasalarının derinliklerine kök saldığı insan doğası, Çin’in, Hindistan’ın ve Grek dünyasının klasik felsefelerinden bugüne kadar değişmiş değildir. Bu klasik felsefeler de, kendilerini, insan doğasını aydınlığa çıkarmaya adamışlardı. Bu yüzdendir ki, siyasal kuramda yenilik sadece yenilik olduğu için bir erdem taşımadığı gibi, eski çağlardan kalmış olmak da sadece eski olmak yüzünden kusur sayılamaz. Bugün, siyaset kuramı diye bir şey varsa, siyaset kuramı diyebileceğimiz böyle bir teorinin, kendisinin ne kadar sağlam bir teori olduğunu göstermek yerine, kendisine karşıt bir çıkarsamada bulunmamış olması gerektiği bir gerçektir. Diğer yandan bir başka gerçek de –güç dengesi kuramında olduğu gibi- yüzlerce veya hatta binlerce yılda geliştirilmiş bir siyaset kuramının, kendisini gerçeklikten kaldıracak, zamanı geçmiş kılacak bir çıkarsamada bulunmamış olması gerektiğidir. Siyaset kuramı diyebileceğimiz bir teori, demek ki, hem akılın hem deneyimin ikili sınamasına tabi bulunmaktadır. Böyle bir kuramı, sırf geçmiş yüzyıllarda ortaya çıkmış bulunan bir kuram olduğu için karalamak ve geçersizlik saymak rasyonel bir sav’da bulunmak değil, olsa olsa, bugünün dünden üstün olduğu yolunda modernci bir önyargıyla hareket etmek olabilir. Eski diye, böyle bir teorinin bugün de geçerli olabileceğini görmezlikten gelmek, siyasal konulardaki kuramları bir “moda” veya “gelip geçici bir beğini akımı” gibi değerlendirmek; siyasal sorunlara gerçekler açısından değil de kanatlar açısından bakmak demektir.
Gerçekçilik açısından kuram, olguların gerçeğini aramak ile, bu olguları us yoluyla anlama kavuşturmaktan meydana gelen bir şeydir. Realizm belli bir dış politikanın karakterinin, sadece ve sadece, icra edilen siyasal edimlerin (“acts”) ve bu edimlerin önkestirimi mümkün (“foreseable”) sonuçlarının incelenmesiyle anlaşılabileceği görüşüyle hareket eder. Böylece, hem hangi devlet adamının fiilen ne yaptığını ortaya çıkarabilir; hem de hareketlerinin tahmin edilebilir sonuçlarından, aynı devlet adamlarının kendi zamanındaki ereklerinin neler olmuş olması gerektiğini çıkarsayabilir.
Kaldı ki, gerçek ve olguların incelemesi ve sınanması da yeterli değildir. Dış politika konusunda hammadde şeklindeki gerçek ve olguları anlama kavuşturmak için siyasal gerçeğe, ilgili dış politikanın mümkün anlamlarını önerebilen bir planla, belli bir çeşit rasyonel çerçeve veya taslakla yaklaşmak gerekir. Bir başka deyişle, kendimizi belli şartlar altında belli bir dış politika sorunu ile karşılaşan bir devlet adamının yerine koymamız ve bu koşullar altında kalmış bulunan bir devlet adamının ilgili sorunun karşısında (devlet adamının her zaman rasyonel olarak hareket ettiğini düşünerek) seçebileceği ne gibi rasyonel alternatiflere sahip olduğunu ve bu koşullar altında hareket eden devlet adamının bu alternatiflerden hangisini seçeceğini düşünmemiz gerekir. Uluslararası politika alanındaki gerçek ve olguları anlama kavuşturacak ve bir siyaset kuramını mümkün kılacak olan da işte bu rasyonel hipotezin fiili gerçekler ve sonuçları bakımından sınanması olabilir.
2- Uluslararası politika denen geniş alanda siyasal gerçekçiliğe yolunu bulmakta yardım eden en önemli “nirengi noktası” ise güç terimi ile ifade edilen çıkar kavramıdır. Uluslararası politikayı kavrayıp anlamaya çalışan akıl ile, anlaşılması gereken gerçekler arasındaki bağlantıyı bu kavram sağlamaktadır. Çıkar kavramı, siyaseti, (zenginlik veya servet olarak tarih edilen çıkar kavramıyla anlaşılan) ekonomi, ahlak (“ethics”), estetik ve din gibi konulardan ayrı ve bağımsız bir eylem ve anlayış konusu ve alanı olarak ele alır böyle bir kavram olmaksızın, Uluslararası veya ulusal, hiçbir siyaset kuramı kurulması hiçbir şekilde mümkün olamazdı. Zira böyle bir kavram (ve anlayış) olmaksızın ne siyasal olan gerçek ve olgularla siyasal-olmayanları ayırabilmemiz, ne de politika alanına sistematik bir düzen verecek tek bir ölçü tesis edebilmemiz mümkün olabilirdi.
Devlet adamının da güç olarak tanımlanan çıkar terimine uygun düşündüğünü ve hareket ettiğini farz eder, tarihin ise bu varsayışı doğrulayan delillerle dolu olduğunu düşünürüz. Bunu böyle düşünmemiz sayesindedir ki, bir devlet adamının geçmişte, bugün ve gelecekte nasıl hareket etmiş olduğunu  veya nasıl hareket edeceğini anlamamız, tahmin etmemiz mümkün olmaktadır. Böylece, devlet adamı denen kimsenin söylevlerini kaleme alırken neyi, niçin yazdığı görebilir; diğer devlet adamlarıyla konuşurken neyi, niçin yazdığını söylediğini anlayabilir; kafasının içindeki düşünceleri gerçek yüzüyle okuyabilir, tahmin edebilir. Güç şeklinde tanımlanan çıkar terimi çerçevesi içinde düşünmekle ele aldığımız devlet adamı nasıl düşünüyorsa öyle düşünebilir; devlet adamının kendisi kadar konuya bağlı bulunmadığımız için o’nun düşünce ve eylemlerini, belki de, politika sahnesinde aktör durumunda bulunmak zorunda olan devlet adamının kendisinden daha iyi anlayabiliriz.
Güç şeklinde tanımlanan çıkar kavram ve anlayışı gözlemcinin entelektüel bir disiplin taşımasını, siyasete konu olan şeyleri rasyonel bir düzen içinde ele almasını, böylece, siyaseti kuramsal olarak anlaşılabilir kılmasını gerektirir. Siyasetin gözlemcisi değil de aktörü durumda bulunanlar açısından ise, gene aynı anlayış eylemlerde rasyonel bir disiplin sağlar ve Amerikan, İngiliz, veya Rus dış politikasının farklı güdülere (motives), farklı tercihlere ve birbirini izleyen farklı devlet adamlarının entelektüel ve moral nitelik farklarına rağmen akıl yoluyla anlaşılabilir, rasyonel bir devamlılığa sahip, şu veya bu ölçüde kendi içinde tutarlı bir olgu özelliğini kazanmasını temin eder. Bu bakımdan, Uluslararası politikaya ilişkin gerçekçi bir teorinin çok yaygın iki “safsatadan” kendini uzak tutması gerekecektir: politikayı politikanın güdüleri açısından ele almak ve bu güdülerle ilgilenmek ve politikayı ideolojik tercihler açısından değerlendirmek.
Bir dış politika hakkında bilgi edinmek için sadece devlet adamlarının hangi güdülerle hareket ettiğine bakmak hem yararsız ve boş, hem de, aldatıcı bir yoldur. Yararsız ve boştur, zira “güdü” denen psikolojik olgular, gerek edimde bulunanın gerekse gözlemcinin duygu ve çıkarlarına göre, gerçek özlerinden saptırılabilir, çoğu kez bilme-tanıma aşamasından bile önce bozulabilir ve aldatıcı psikolojik “bilgi” durumunda kalabilir. Kendi içimizdeki güdüleri bile tam ve gerçeğe uygun olarak biliyor muyuz? Başkalarının içlerindeki güdüler hakkında ne biliyoruz.
Kaldı ki devlet adamı denilen kişinin veya kişilerin içlerindeki güdüler hakkında bilgiye sahip olsak bile, bu bilginin dış politika konusundaki sorunu anlamaya fazla yardımcı olacağını, yolumuza ışık tutacağını düşünmemeliyiz. Böyle bir bilgi olsa olsa, ilgili devlet adamının izleyebileceği dış politikanın yönünden ne olabileceğini gösteren birçok belirtiden sadece bir tepki olabilir. Fakat, ilgili devlet adamının izleyeceği dış politikayı ön-kestirimle (predict) bilebilmemiz sadece bu belirti ile mümkün olamaz. Zaten tarih göstermektedir ki, güdülerin niteliği ile dış politikanın niteliği arasında tam ve zorunlu bir ilinti bulunmamaktadır. Bu, gerek moral gerekse siyasal açıdan doğrudur.
Bir devlet adamının iyi niyetli olmasına bakıp da, bu devlet adamının izleyeceği dış politikanın ahlaken üstün niteliklere sahip bir dış politika, veya başarılı bir dış politika olacağı sonucunu çıkaramayız. Devlet adamımızın güdülerini değerlendirdikten sonra, kendisini bile bile ve kasten ahlaken eğersiz bir politika izlemeyeceğini düşünmemiz mümkün olsa bile, böyle bir politikanın başarı kazanma olasılığı hakkında kesin hiçbir şey söyleyemeyiz. İnceleyebileceğimiz devlet adamının girişmiş olduğu eylemlerin moral ve siyasal niteliklerini bilmek istiyorsak, devlet adamımızın içindeki güdüleri değil, girişmiş olduğu eylemlerini değerlendirmemiz, öğrenmemiz gerekir. Kaç kez devlet adamları dünyayı daha iyi bir dünya yapma güdüsü ile yola çıkmışlardır da, olduğundan da beter hale sokmuşlardır? Keza, kaç kez belli bir amaçla yola çıkıp, hiç istemedikleri veya hiç ummadıkları neticelere ulaşmışlardır?
Neville Chamberlain’in yatıştırma politikası (“appeasement”), bilebildiğimiz kadarıyla, iyi niyet taşıyan güdülerle dolu bir dış politikaydı. Chamberlain, belki de, diğer İngiliz Başbakanları içinde kişisel iktidar tutkusu en az olan biriydi ve başlıca amacı barışın devamı ve herkesin esenlik içinde yaşamasıydı. Ama buna rağmen İkinci Dünya Savaşını kaçınılmaz bir savaş haline sokan ve milyonlarla insanı beklemedikleri felaketlere iten de o’nun bu politikası olmuştur. Sir Winston Churchill’in içindeki güdüler ise, daha dar ufuklu, kişisel ve ulusal güç tutkunluğu yüzünden, daha dar görüşlüydüler. Churchill’in dış politikası ise, moral ve siyasal nitelikleri yönünden daha üstün olmuştur. Robespierre bile güdüleri açısından değerlendirilecek olursa yaşayan ve yaşamış olan insanların belki de en iyisiydi. Fakat kendi kişisel erdemi yüzünden saplandığı ütopyacı radikalizmi sonucunda, kendisinden daha az erdemli olan pek çok kişiyi öldürtmüş, kendisi de giyotinle can vermiş, önderi olduğu devrim de yıkılmıştır.
Güdülerin iyi olması, bile bile kötü bir politika izlenmeyeceği konusunda bir güvence (teminat) olabilir; ama, bunlardan hayat bulan politikaların moral açısından iyi olması veya siyasal açıdan başarılı olması için bir güvence olamaz. Dış politika bir sorun ise, bu sorunu anlamak istiyorsak, asıl bilmemiz gereken önemli nokta, bir devlet adamının içindeki “Saikler” değil, söz konusu devlet adamının dış politikasının özlerini, esaslarını kavramadaki entelektüel yeteneği ve bu yeteneği sayesinde kavrayıp anlamayı başardığı şeyleri başarılı bir siyasal eylem haline dönüştürme yeteneğinin bulunup bulunmadığıdır. Güdülerin moral niteliğini soyut planda yargılayacak olan ahlaktır, fakat siyasal bir kuram entelektüel yeteneğin iradenin ve eylemin siyasal niteliklerini yargılama durumundadır.
Uluslararası politika konusunda gerçekçi bir kuram keza bir başka “avami” safsatadan da kendisini uzak tutmak zorundadır. Böyle bir kuram bir devlet adamının izleyeceği dış politika ile bu devlet adamının felsefesini veya siyasal eğilim ve sempatilerini birbirine karıştırmamak; birincisini ikincisine bakarak çıkarmamak durumundadır. Özellikle çağdaş koşullarda devlet adamları halk kitlelerinin destek ve sevgisini kazanmak amacıyla, izledikleri dış politikayı felsefi ve siyasal sempatileri açısından sunma alışkanlığında bulunabilirler. Fakat günümüzün devlet adamları ulusal çıkar açısından düşünmek ve eylemde bulunmak şeklindeki “resmi görev” anlayışları ile, kendi moral değerlerinin ve siyasal ilkelerinin bütün dünyada uygulandıklarını görmek şeklindeki “kişisel arzuları” açısından geçmişin Lincoln’ünden farklı kişiliklere sahiptirler: siyasal gerçekçilik siyasal idealler ile normal ilkelerin bir kenara bırakılmalarını, unutulmalarını gerektirmez, veya bunun böyle olmasını özürlü gösterecek bir vesile teşkil etmez. Siyasal gerçekçilik-her yerde ve her zaman arzu edilebilir şeylerle, zaman ve yer yönünden somut şartlar altında mümkün olanlar arasında kesin ve sert bir ayrılık olduğuna dikkat edilmesini gerektirir.
Siyasal gerçekçilik her politikanın her zaman rasyonel, her zaman objektif ve her zaman duygusallıktan uzak bir gelişme çizgisi izleyemeyebileceğini bilmemizi hatırlatır. Kişilikle ilgili öğeler, önyargılar, sübjektif tercihler, her çeşit entelektüel zaaflar ve iradesizlik yüzünden dış politikanın halk kitlelerinden destek bulmasını sağlamak için halkın “hissiyatın” başvurma ihtiyacı yüzünden, bizzat dış  politikanın kendisinin rasyonel bir dış politika olma özelliği de zarara uğrayabilir. Bununla beraber, rasyonellik öğesine önem veren bir siyaset kuramının, geçmişte olduğu gibi bugün için de, bu gibi irrasyonel öğeleri soyutlaması ve deneyimlerden elde edilebilecek rasyonel bir öz sunan bir dış politika görüntüsü çizmeye; keza gene deneyimlerle elde edilmesi mümkün sapmaları bir tarafa bırakmaya katlanması gerekir.
Gerçekte cereyan eden Uluslararası politika ile böyle bir politikadan çıkarsanmış (“derived”) rasyonel bir kuram arasındaki fark bir fotoğraf ile bir portre resim arasındaki fark  gibidir. Fotoğraf, çıplak gözle görülebilecek her şeyi gösterir; resim ise çıplak gözle görülebilecek her şeyi göstermese de, çıplak gözle görülemeyen şeyi gösterir, veya hiç değilse göstermeye çalışır: portresi yapılan kişinin “insan” olarak özünü.
Siyasal gerçekçilik sadece kuramsal bir öğeyi değil, normatif bir öğeyi de kapsar. Siyasal gerçekçilik bilir ki siyasal gerçek bir yığın rastlantısal öğelerle de doludur ve bunlar dış politika üzerine etkide bulunuyor olabilir. Ama buna rağmen, bütün toplumsal kuramlar gibi, siyasal gerçekçilik kuramı da, teorik anlamlama çabası uğruna, siyasal gerçekçilik kuramı da, teorik anlamlama çabası uğruna siyasal gerçekteki rasyonel öğelere vurguda bulunmanın bir ihtiyaç olduğunu kabul eder; zira gerçeğin kuram içinde anlaşılabilir (“intelligible”) olmasını mümkün kılanlar da bu rasyonel öğelerden başkası değildir. Siyasal gerçekçilik deneyimlerle hiçbir zaman tam olarak elde edilemeyecek olan rasyonel bir dış politika için kuramsal bir yapı kurar.
Siyasal gerçekçilik, aynı zamanda, rasyonel bir dış politikanın iyi bir dış politika olacağı görüşündedir; zira, ancak rasyonel bir dış politika riskleri en azına indirebilir, yararları en yüksek noktasına çıkarabilir; böylece, başarının siyasal gerekliliklerini ve ihtiyatlılığın moral kuralını haklı kılacak koşulları yerine getirebilir. Siyasal gerçekçilik siyasal dünyanın fotoğraf şeklindeki görüntüsüyle, resmedilen görüntüsünün mümkün olduğu kadar birbirlerine benzemesini ister. İyi-yani rasyonel-dış politika ile gerçek hayattaki dış politika arasındaki kaçınılmaz uçurumun bilincinde bulunan siyasal gerçekçilik sadece bir kuramın siyasal gerçekteki rasyonel öğeler üzerinde durması gerekliliğine değil, fakat keza bir dış politikanın da kendi moral ve pratik amaçları yönünden rasyonel olması gerektiği inanır.
Bu bakımdan, bu kitapta oraya konulan kuramın gerçek hayattaki dış politikalar karşısında tutarsız kaldığını savunmak doğru ve haklı olmayacaktır. Böyle bir savda bulunmak bu kitabın niyetini yanlış anlamak demektir. Kitabın niyeti siyasal realiteyi kusursuz, veya bir başka deyişle, gözü kapalı bir şekilde tanımlamak değil, Uluslararası politika konusunda gerçekçi bir teori sunmaktır. Örneğin tam bir güç dengesi politikasının realitede çok ender bulunabilmesi gibi, gerçekler tarafından geçerliliğinin kaldırılması şöyle dursun, siyasal gerçekçilik kuramını savunan bu kitap, gerçeğin bu bakımdan noksan bile olsa, ideal bir güç dengesi sistemi yönünde bir yaklaşım olarak anlaşılması ve değerlendirilmesi gerektiği görüşündedir.

   3- gerçekçilik en temel kavramı olan güç şeklinde tanımlanan çıkar kavramını hiç değişmeyen ve sabit bir anlam içinde hapsetme niyetinde değildir ve böyle bir görüş taşımaz. Çıkar fikri gerçekten de politikanın özüdür, ve, zaman ve yere bağlı değildir; onlardan etkilenmez. Eski Yunan’ın tecrübelerine sahip bulunan Thucydides’in “devletler arasında olsun bireyler arasında olsun en emin bağ çıkarların özdeşliğidir” şeklindeki sözleri ondokuzuncu yüzyılda Lord Salisbury’nin, ulusların arasında “uzun ömürlü olabilen biricik beraberlik bağlantısı, çelişkin çıkarların mevcut olmayışıdır” sözlerinde de yansımaktadır. Aynı sözler George Washington tarafından genel devlet ve hükümet etme ilkeleri şeklinde de ifade olunmuşlardır:

   İnsan doğası hakkında az bir bilgi bile, insanlığın çok büyük bir kısmı için “başı çeken” ilkenin çıkar olduğunu; ve az veya çok, her insanın çıkar (öğesinin) etkisi altında bulunduğunu kabul etmemizi gerektirecektir. Genel yarar güdüleri bir belli zaman içinde, veya bazı belli örnekler için, insanların çıkarlarını düşünmeksizin hareket etmelerini sağlayabilirler; fakat toplumsal göreve ilişkin yükümlülüklere ve gerekirliklere devamlı şekilde uyulmasını sağlama konusunda tek başlarına bunlar yetersizdirler. Her çeşit özel çıkarlardan uzak kalabilecek ve genel yarar için kendi avantajlarından devamlı olarak vazgeçmeye katlanabilecek çok azdır. Bu yüzden, insan doğasının ahlaken bozuk olduğunu söylemek doğru olmaz; gerçeğin kendisi bunu böyle kılmakta, her çağın ve her ulusun geçmişi bunu göstermekte; aksini söyleyebilmek için, önce insan doğasını değiştirmek için gereken tedbirleri uygulayabilmiş olmak zorunda bulunmaktayız. Bu sözlerle ifade edilmiş olası gerçeğe dayanmayan hiçbir (toplumsal) kurum başarı kazanamaz.

   Yüzyılımızda ise, gene aynı görüş Mac Eber’in gözlemleriyle daha geniş yankısını bulmuştur:

   İnsanın eylemlerini, fikirler değil, çıkarlar (maddi veya manevi) dolaysız olarak etkilemektedir. Kaldı ki, bu fikirler tarafından yaratılmış bulunan “dünyanın imajları” bile, çoğu zaman, çıkarların dinamizmine eylemlerine hareket ettirmekte yararlanabileceği yol ve izi bulmasına yarayan bir değnek görevi görmektedir.

   Tarihin belli bir döneminde siyasal eylemi belirleyen çıkar türü dış politikanın formüle edildiği siyasal ve kültürel içeriğe (muhteva) bağlıdır. Ulusların kendi dış politikalarında izlemiş olabilecekleri amaç ve erekler her ulus için, ya izlemiş olduğu ya da izlemiş olması mümkün çok çeşitli amaçlara uygun olarak, sayısız denecek kadar farklıdır.
Aynı gözlemler güç kavramına (anlayışına) da uygulanabilirler. Bu kavramın muhtevası ve kullanılış tarzı da siyasal ve kültürel çevrece belirlenir. Güç (veya iktidar) insanın insan üzerinde denetim kurmasını ve devam ettirmesini sağlayacak olan her şeyi kapsayabilir. Bu yüzden, güç bu amaca hizmet eden bir toplumsal ilişkiyi; fiziksel şiddet kullanımından bir insanın bir başka insanın aklını ve düşüncesini kontrol etmesini sağlayan en görünmez psikolojik bağlantılara kadar her şeyi kapsar. Güç (veya iktidar) Batı demokrasilerinde olduğu gibi, moral ereklerce disiplin altına alınmış ve anayasal güvencelerle kavuşturulmuş bulunduğu zaman olsun, meşruiyet ve hukukiliğini kendi sahip olduğu kuvvetinden başka hiçbir yerde bulamadığı kaba kuvvet şekline girdiği zamanlarda olsun insanın insan üzerindeki egemenliğini kapsar.
Siyasal gerçekçilik aşırı istikrarsız ve her an geniş ölçüde şiddet kullanımına yol açabilecek günümüz koşullarının ve işlerliği bu koşullar altında belirlenen dış politikanın değişmesinin olanak dışı olduğu görüşünde değildir. The Federalist yazarların da çok iyi bildikleri gibi, örneğin güçler dengesi gerçekten tüm pluralist toplumların en değişmez öğelerinden biridir. Fakat bununla beraber, nisbi bir istikrar ve barışı zedeleyecek derecelere varmayan çatışma hallerinde dahi, tıpkı Birleşik Amerika’da olduğu gibi, işlerlik taşıma yeteneği göstermektedir. Bu şartların meydana gelmesine yol açan faktörler Uluslararası saha da yaratılabilirse, tarih boyunca belli ulusların arasında olduğu gibi, Uluslararası politikada da, istikrar ve barışa ilişkin benzer şartların etkenlik kazanması sağlanabilir.
Uluslararası ilişkilerin genel karakteri konusunda doğru olan şeyler, çağdaş ve dış politikanın sonul ilinti noktası (“final point of reference”) olan ulusal devlet için de doğrudur: gerçekçiler, bir yandan çıkarı siyasal eylemin değerlendirilmesi ve yönetilmesinde başlıca değişmez Standard sayarlarken, bir yandan da, ulusal devlet ile çıkar arasındaki çağdaş bağıntının (“connection”) tarihin bir ürünü olduğuna ve bu yüzden de tarihin akışı içinde ortadan kalkmak kaderinde olduğuna inanırlar. Realist tutumda, bugünkü siyasal dünyanın ulus devletlerine bölünmüş olmasının yerine çok farklı karakterde ve çok daha büyük birimlerin geçebileceği varsayımına engel teşkil edecek hiçbir öğe bulunmadığı gibi, çağdaş dünyanın teknik olanakları (“potentialities”) ve moral gereklilikleri karşısında bunun uygun bir gelişim olacağı görüşündedirler.
Gerçekçilerin diğer düşünce ekollerinden ayrıldıkların nokta çağdaş dünyanın nasıl dönüştürülebileceğine ilişkin esas ana soruna gelindiği noktadadır. Gerçekçiliğin inancı bu dönüşüşün geçmişe bugünkü biçimini vermiş bulunan ve geleceği de biçimlendirecek olan temel (“perennial”) güçlerin çok başarılı bir şekilde yönetilebilmesine bağlı bulunduğudur. Gerçekçiler, söz konusu dönüşümün kendine özgü yasaları olan siyasal gerçeğe, bu yasaları kabule yanaşmayan soyut bir ideal ile karşı çıkarak gerçekleşebileceğini sananlara katlanamazlar.
4- Siyasal gerçekçilik, siyasal eylemin moral öneminin farkındadır. Fakat çoğu zaman başarılı bir politikanın gerekleriyle ahlakın emirleri arasında giderilmesi güç bir gerilim olduğunu da gözden kaçırmaz. Böylece, meselenin hem moral hem de siyasal yanına önem ve ağırlık vermek istediği için, siyasetin çıplak olgularının moral yönünden gerçekte olduklarında daha tatminkar oldukların söylemeye kalkışmaz, veya ahlaki yasansın gerçekte olduğundan daha kusursuz odluğu yönünde bir savda bulunmaz.
Gerçekçilik, evrensel moral ilkelerin, evrensel soyut formüller biçimi içinde, devletlerin eylemlerine uygulanamayacağı görüşündedir ve bu ilkelerin zaman ve yer konusundaki somut şartlara göre ayıklanması gerektiğine inanır. Bireyler kendi başlarına “Fiat justitia, pereat mundus” (dünya yıkılsa da bırak adalet yerini bulsun) diyebilirler. Ama, devletler, geleceklerinden sorumlu olduğu insanlar adına böyle bir söz söyleme hakkına sahip değillerdir. Birey olsun, devlet olsun, özgürlük gibi konularda, siyasal eylemi evrensel moral ilkelerle düşünüp değerlendirmek zorundadırlar. Fakat bununla beraber, bireyler böyle bir moral ilke uğruna kendilerini feda etmek hakkına sahip oldukları halde devletin başarılı bir siyaset izlemek için özgürlük ilkesinden sapmış olmayı moral açıdan onaylamaya hakkı yoktur. (zira) devletin kendi varlığının nedeni de ulusal varlığı sürdürmenin sağlanması gibi moral bir ilkeye bağlı bulunmaktadır. İhtiyatlı ve tedbirli olmayı bir kenara atacak kadar coşkun bir siyasal ahlakilik olamaz. Her siyasal ahlakilik, ahlaki görünen bir eylemin siyasal sonuçlarını hesaba katmak zorundadır. Gerçekçilik, bu nedenledir ki, ihtiyatlı ve tedbirli olmayı-alternatif siyasal eylemlerin neticelerini düşünüp tartmayı-siyaset alanında en üstün erdem ölçüsü sayar. Ahlak (“ethics”) soyut açıdan eylem veya eylemleri moral yasalara uygunluk ölçüsüne göre değerlendirip yargılar. Klasik felsefe ve ortaçağ felsefesi bunu bilmekteydi. Lincoln de şu sözleri söylemekle, bunu bildiğini göstermiştir:
En iyisinin nasıl olması gerektiğini bilirim, ama en iyi elimden ne gelirse öyle yapar ve sonuna kadar böyle yapmaya çalışırım. Eğer sonunda en iyi olanı yapabilirsem, benim için söylenmiş olan sözler hiçbir kıymet ifade etmeyecektir. Sonunda kötü bir yere gelir ve iyi olanı yapamamış olursam bütün melekler benim  haklı olduğuma yemin edeceklerdir ve netice değişmeyecektir.

   5- siyasal gerçekçilik belli bir ulusun ahlaki hareket edip etmediğini belirleyip anlamakta dünya çapındaki moral yasaların ölçüt olarak alınması görüşünü kabul etmez. Gerçek ile kanaat arasında bir ayrım ve benzemezlik olduğuna inandığı gibi, gerçek ile gerçek yerine konan şeylere tapınma arasında da ayrım olduğuna inanır. Bütün uluslar kendi özel istek ve eylemlerinin dünyanın moral amaçlarına uygun olduğun ileri sürme eğilimindedirler; ve hiçbir ulus uzun süre bu eğilimden kendisini kurtaramamıştır. Ulusların moral kurallara uymak durumunda olduklarını bilmek ile, ulusların aralarındaki ilişkilerde neyin iyi neyin kötü olduğunu tam olarak bilir gözükmek ayrı şeylerdir. Dünyamız bile, bütün ulusların ancak ve ancak Tanrı tarafından yargılanabileceği ve buna insan aklının yetilerinin yetmeyeceği inancı ile, her ulusun Tanrının sadece kendi saffında olduğu ve kendi (uluslarının) iradelerine Tanrısal iradenin karşı çıkmayacağı inancı arasında görülen çelişki ile dolu bir dünyadır. Belli bir milliyetçilik ile “Cenabı Hakk’ın” görüş ve takdirleri arasında yapılan bu fütursuz eşleşme (equation) moral açıdan savunulabilecek şey değildir. Grek filozofları ve “Kitabı Mukaddes” Peygamberleri bile böyle mağrurca düşüncelere karşı karlarlı ve tabalarını uyarmışlardır. Böylesi eşlemlemeler siyasal açıdan da her türlü kötülük için kullanılmaya elverişlidirler; fütuhatçı çılgınlığı içinde yargıların bozulup saptırılmasına yol açabilir; ulusların ve uygarlıkların-moral ilkeler, idealler, veya hatta Tanrı’nın kendisi adına- yakılıp yıkılmalarına sebep olabilirler.
Oysa, güç çerçevesi içinde anlamlandırılıp düşündüğümüz çıkar kavramı bizi bu gibi moral aşırılıklardan ve siyasal çılgınlıklardan korumaya yaramaktadır. Zira, bizimki de dahil, ulusları, güç çerçevesi içinde anladığımız kendi çıkarları için çaba gösteren siyasal varlıklar olarak ele alırsak, tüm uluslara karşı daha adil olabiliriz. Ve tüm uluslara karşı adil davranırken ikili bir anlayış içinde hareket etmemiz de mümkün olabilir. Diğer ulusları, tıpkı kendi ulusumuz hakkında  yargıda bulunduğumuz gibi yargılayabilir. Onları bu şekilde yargılamakla, diğer ulusların çıkarlarına saygı göstere politikalar izleme yeteneği kazanabilir, ayrıca kendi çıkarlarımızı da korumaya ve geliştirmeye devam edebiliriz, siyasette ılımlılık, moral yargıdaki ılımlılığın bir yansıması gibi ortaya çıkmaktadır.
6- Görülüyor ki, siyasal gerçekçilik ile diğer düşünce ekolleri arasında gerçek ve önemli bir fark vardır. Bununla beraber siyasal gerçekçilik kuramının büyük kısmı, siyasal meselelere karşı, entelektüel ve moral tutumu inkar edilmese de, yanlış anlaşılmış ve yanlış yorumlanmış olabilir.
Entelektüel açıdan, siyasal gerçekçiler, iktisatçıların, hukukçuların ve ahlakçıların kendi konularında yaptıkları gibi, siyasal alanın da kendi başına ve bağımsız bir alan olduğuna inanırlar. İktisatçının servet ve zenginlik şeklindeki çıkar anlayışı açısından düşünmesine; hukukçuların eylemin yasal kurallara uygunluğu; eylemin ahlak kurallarına uygunluğu açısından düşünmesine karşılık, siyasal gerçekçi güç şeklinde tanımlanan çıkar açısından düşünür. iktisatçılar “Bu politikanın toplumun veya toplumun bir kesitinin zenginlik (veya serveki) üzerinde ne gibi etkileri olacaktır? “ diye düşünürler. Hukukçular, “bu politika hukuk kurallarına uygun mudur ?” diye düşünürler. Ahlakçılar, “Bu politika moral ilkelere uygun mudur ?” diye düşünürler. Siyasal gerçekçiler ise, “Bu politika ulusun gücünü ne yönde etkileyecektir ?” diye düşünürler. (Duruma göre, “ulus” yerine, federal hükümet, kongre, parti, tarım vs. de konu olabilir)
Siyasal gerçekçiler, siyasal olmayan düşünce standartlarının varlığından ve bunların da konu ile ilgili olabileceğinden habersiz değillerdir. Siyasal gerçekçi, bu standartları bir tarafa bırakmaz; siyasal-olmayanları siyasal-olanlara bağımlı kılar. Siyasal gerçekçi olarak da, politika alanından olmayan standartları politika üzerine empoze etmek istediklerinde, bu gibi düşünce ekollerinden ayrılır. Siyasal gerçekçiliğin Uluslararası politikada “hukuki-ahlaki yaklaşım”dan yana olanlarla anlaşamaması da bu noktada başlar. Bu anlaşmazlık çoğu kez iddia edildiği gibi, sadece hayali bir uydurma değil, bir öze dayanan bir çatışma; bir görüş ayrılığıdır. Bunun böyle olduğunu gösteren tarihi örnekler çoktur. Meseleyi açıklamak için üç örnek yetecektir. 
1939 yılında Sovyetler Birliği Finlandiya’ya saldırmıştır. Bu eylem Fransa ve İngiltere’de hukuki ve siyasi iki sorun yaratmıştır. Bu eylem Milletler Cemiyeti misakını ihlal etmiş midir, ve, eğer etmişse, Fransa ve İngiltere’nin ne gibi tedbir alması gerekmektedir ? Birinci soruya, Sovyetler Birliği ilgili misak’da yasaklanmış bir eylemde bulunduğu için, kolaylıkla olumlu cevap verebilirdi. İkinci soruya verilecek cevap ise, önce, Rusya’nın bu eyleminin İngiltere ve Fransa’nın çıkarlarına ne gibi bir zarar verdiğine; ikinci olarak da, bir yanda İngiltere ve Fransa bir yanda da başta Almanya olmak üzere potansiyel düşman ülkeler ve Rusya, o günkü güçler dağılımına; üçüncü olarak da, alınacak karşı tedbirlerin İngiltere ve Fransa’nın çıkarlarına ve güçler dağılımının gelecekteki şekline yapabileceği olası etkilerine bağlı bulunmaktaydı. İngiltere ve Fransa, milletler Cemiyeti’nin önde gelen üyeleri olarak Sovyetler Birliği’ni ihraç etmişlerdir. Bu arada, koşullar gereği, Sovyetlere karşı savaşta Finlandiya ile birleşmeye mecbur kaldıklarını hissetmeye başlamışlar, fakat İsveç’in kendi topraklarından yabancı askeri birliklerin geçmesine izin vermeyeceğini açıklaması üzerine bu durumdan kurtulmuşlardır. Eğer İsveç, İngiltere ve Fransa’nın askeri birliklerini kendi toprakları üzerinde geçmesine izin vermiş olsaydı, İngiltere ve Fransa, hem Sovyetler Birliği ile hem de Almanya ile aynı anda savaşmak zorunda kalacaklardı.
Fransa ve İngiltere’nin bu politikaları hukuki ölçülerle hareket eden politika için klasik bir örnektir. İki ülke bu politikalarında, politik eylemlerini kararlaştırırken kendi çerçeveleri içinde hukuka uygunluğu esas almışlar; hukuk ve güç açısından düşünmek yerine sadece hukuk açısından düşünmüşler, buldukları cevap ise, kendi varlıklarını bile etkileyebilecek bir cevap olmuştur.
İkinci örnek, Uluslararası politikada “ahlakçı yaklaşımı” göstermektedir. Örnek, komünist Çin devletinin Uluslararası statüsüne aittir. Komünist Çin Devletinin ortaya çıkışı Batılı devletleri biri ahlaki, diğeri siyasal iki sorunla karşı karşıya bırakmıştır. Çin Devletinin doğması ve siyasal tutumları batı dünyasının moral ilkeleri ile uygunluk halinde midir ? Batı dünyası böyle bir devlet ile ilişki kurmak zorunda mıdır ? birinci sorunun cevabının olumsuz olacağı kolaylıkla görülebilir. Fakat, birinci cevabın olumsuzluğu yüzünden ikincisinin de olumsuz olacağını söylemek kolay değildir. Birinci soruda uygulanan düşünce standardı-moral-Çin’deki komünist devletin siyasal tutumlarını ve doğasını batılı ahlak ilkeleri ile derlendirmekten ibarettir ve kolaydır. Diğer yandan, ikinci siyasal soruna cevap vermek için ise konu ile ilintili çıkarların ve her iki tarafın sahip oldukları güçlerin kompleks bir şekilde sınanmasını ve bu çıkarlara ve güce göre girişilecek eylemin getireceklerine bağlıdır. Böyle bir sınamaya gidilmesi sonunda, komünist Çin ile ilişki kurmamanın daha akıllıca olacağına karar verilmiştir. Sorunun bu yönünün ihmal edilmesi ve siyasal olan soruya moral bir mesele ile karşı karşıyaymış gibi verilmesi halinde, Uluslararası politikada “ahlakçı yaklaşım”ın kullanımı için klasik bir örnek verilmiş olacaktı, ve böyle olmuştur.
Üçüncü örnek ise, dış politika konusundaki gerçekçilik ile, diğer iki yaklaşım arasındaki zıddiyeti göstermektedir. Belçika’nın tarafsızlığını ihlal ettiği gerekçesiyle Almanya’ya karşı savaşa girmiştir, İngiltere’nin bu eylemi gerçekçi açıdan olduğu kadar ahlak ve hukuk açısından da savunulabilir bir eylemdi. Yani, gerçekçi açıdan, İngiltere için, (Belçika-Hollanda’nın) düşman bir kuver tarafından kontrol edilmesinin önlenmesi yüzyıllardan beri, İngiliz dış politikasının temel görüşü olmuştur denilebilirdi. Bu durumda ise, Belçika’nın tarafsızlığının ihlali, ihlalci devletin İngiltere’ye karşı hasma ne niyetler taşıdığı anlamına gelecek, bu ise , İngiltere’nin müdahalede bulunmasına akılcı bir neden teşkil edecekti. İhlalci devlet Almanya’dan başka bir devlet olsa idi, İngiltere ,işe karışmayabilirdi. O yıllarda İngiliz Dışişleri Bakanı olan Sir. Edward Grey’in vardığı sonuç bu şekilde idi . 1908 yılında ise, Dışişleri bakan yardımcısı Hardinge aynı düşünceyi şöyle dile getirmiştir. “Almanya’ya karşı savaşmak için Fransa, Belçika’nın tarafsızlığını ihlal etmiş olsaydı İngiltere’nin ve Rusya’nın Belçika’nın tarafsızlığını korumak için parmaklarını bile kıpırdatmayacaklarını, buna karşılık Belçika’nın tarafsızlığının Almanya tarafından ihlal edilmesi halinde, işlerin hiç de böyle seyretmeyeceğini sanıyorum”. Bunun üzerine Sir Edward Grey şöyle cevap vermiştir: “Bu, duruma göre değişir.” Kaldı ki, Belçika’nın tarafsızlığının ihlalinin karşılıksız bırakılmaması gerektiği görüşü, ihlal eden tarafın kimliği ve tehlikeye attığı çıkarlar açısından düşünülmese bile, hukuki ve ahlaki açıdan düşünülerek de haklı görülebilir; İngiltere’nin veya Amerika’nın müdahalede bulunmasını haklı kılabilirdi. Theodore Roosevelt, 22 Ocak 1915'te Sir Edward Grey’e yazdığı mektubunda bu açıdan hareket etmiştir;
Bence bu durumun en can alıcı noktası Belçika olmuştur. Belçika’ya karşı İngiltere veya Fransa’da Almanya gibi hareket etmiş olsaydı, şimdi nasıl Almanya’ya karşı duruyorsam İngiltere ve Fransa’ya da karşı koymak zorunda kalacaktım. Sözleşmelere iyi niyetle uyulması gerektiği ve Uluslararası ahlak diye bir şeyin mevcudiyetine inanılarak iyi bir örnek teşkil etmiş bulunduğunuz için, girmiş olduğunuz eylemi yerinde bulduğumu belirtmek isterim. Bu tutumumda ne Alman ve İngiliz olan Amerikalı bir kişi olarak; sadıkane bir şekilde ülkesinin çıkarlarını düşünmekle beraber, bütün bir insanlığa karşı adil ve nezih hareket etmeye çalışan ve bu yüzden de kendisini diğer uluslardan her birini kendi hareket ve edimlerinde yargılamaya mecbur hisseden biri olarak kendimi haklı görüyorum.
Diğer düşünce tarzlarına karşı politika alanının bağımsızlığını savunmadaki bu gerçekçi görüş, diğer düşünce tarlarının varlığını ve önemini bir tarafa bıraktırmayı gerektirmez. Bunun yerine, her düşünce tarzını kendisine uygun yer ve görevini aşmamasını savunur. Siyasal gerçekçilik insanın doğası hakkında pluralist bir anlayışa dayanır. Gerçek insan, “iktisadi insanın,” “siyasal insanın,” “ahlaki insanın,” “dindar insanın,” bir birleşimidir. Sadece “siyasal insan”, olan bir insan, moral kayıtlar tanımayacağı için, ancak bir “ayı olabilir” Sadece “ahlaki insan” olanı ise, hiçbir ihtiyat tedbir düşünemeyeceği için, ancak “saf” olabilir. Sadece “dindar insan” olan ise, dünyevi arzulardan uzak kalacağı için ancak bir “aziz” olabilir.
İnsan doğasının böyle değişik görünümleri olduğunu gözden uzak tutmayan siyasal gerçekçilik bu görümlerden herhangi birini anlayabilmenin sadece o’nun çevresi ve o’nun anlayış ölçülerinde düşünmekle mümkün olacağını da bilir. Yani, eğer “dindar insan’ı” ele alacaksan bir an için,  insan doğasının başka görünümü yokmuş gibi düşünmem gerekir. Ayrıca, dinsel alanı, bu alanın kendi düşünce standartlarını uygulamam ve diğer standartların varlıklarını ve bunların insanın dinsel nitelikleri üzerindeki fiili nüfuzlarını gözden uzak tutmamam gerekecektir. İnsan doğasının bir görünümü hakkında doğru olanlar, insan doğasının diğer “veçhelerin” için de doğrudur. Modern iktisatçıların içinde bir teki bile yoktur ki kendi bilim dalını ve bunu bilim dalının diğer insansal “beşeri” bilimler ilintisini başka türlü almış olsun. Ekonominin, insanın ekonomik faaliyetleri hakkında bağımsız bir kuram olarak gelişebilmiş olması da, diğer düşünce standartlarından “azade” kalmayı sağlayan ve her konunun uygun alanda gelişmesine olanak hazırlayan bu süreç sayesinde olmuştur. Politika konusunda da benzeri bir gelişmeye katkıda bulunmak siyasal gerçekçiliğin ereğidir.1

Kaynakça

Orijinal kaynak: hans morgenthau. Creative Commons Atıf-BenzerPaylaşım Lisansı ile paylaşılmıştır.

Footnotes

Kategoriler